Akşamüstü beşinci kattaki evimizin balkonunda oturuyordum. Koltuğum denizi gören köşede bulunuyordu. Önümdeki masanın üzerinde kafes, içinde on altı yıldır adeta ailemizden bir kişi gibi yaşayan papağanımız Cankuş vardı. İşlerimi bitirmiş, kahvemi içiyordum.
Bahçemizde, karşı evlerin bahçesinde ağaçlar yemyeşildi. Üzerlerine sarılmış begonviller ayrı güzellik katıyordu. Yol kenarındaki beyaz çiçekli ağaçlar, yandaki mis gibi kokan iğde ağacının görüntüsü nefisti.
Karşı taraftaki yaşlı palmiye ağaçları yol boyunca aralıklarla yükseliyordu. Bahçeler yemyeşil çimler, çeşitli ağaçlar, çiçeklerle güzellikler sergiliyordu. Bu dekor içinde denizden esen imbat rüzgarı, insanları,rahatlatıyor, ferahlatıyordu.
Karşı kaldırım kenarındaki kafeteryalardaki insanlar neşe içindeydi. Cankuş ise karşı çatılardaki kargalara öfkeli bağırıp cevap veriyor, martıların çığlıklarına da sesleniyordu. Ağaçlardaki kuşlarla arası iyiydi.
Ağustos böceklerinin sesleri de bu koroya eşlik ediyordu. Yoldan geçen insanların bazıları, köpekleriyle birlikte yürüyüşe çıkmışlardı. Adeta önümüzde akşam defilesi yapılıyordu. Bu akşamın biraz farklı olduğunu düşünmeye başlamıştım.
Kendimde başkalık, hafiflik hissediyordum. İlerleyen saatlerde, tam gün kararmadan önce bir hanımın yolda yürüdüğünü gördüm. Birden irkildim. Bu yabancı değildi. Dikkat ettiğimde O’nun Türkan Hanım olduğunu fark ettim. Giderek deniz kenarına doğru ilerliyordu. Açık renk, ince kumaştan bol elbise giymişti. Rahat bir şekilde, tek başına yürüyordu.
Hızla asansöre koştum. Aşağı indim, O’na yetişmeye çalıştım. Deniz kenarındaki bankın yanına varmıştı ki ‘’Türkan Hanım, siz misiniz?’’ diye seslendim. Dönüp gülerek baktı, başını salladı. Fakat çok da farklıydı.
Gür, uzun saçları vardı. İncecik, uzun boyluydu. Kırk yaşlarında görünüyordu. ‘’Nasıl olur, biz sizi bu ay içindeki günlerde kaybetmiştik’’ dediğimde güldü. ‘’Sakın beni gördüğünüzden kimseye bahsetmeyin. Ben zaten hala sizlerin arasındayım’’ dedi.
Onu balkona, kahveye davet etmeyi düşünmüştüm. ‘’Siz nereden? ’’ dediğinde ‘’evimiz şu karşıda’’ dedim. O arada gökyüzüne, denize baktığımda sanki sonsuzluk gibi, huzurlu bir ortamı gördüm. Deniz kenarından tıpkı eski yıllardaki gibi flamingolar geçiyordu.
Çevredeki renkler canlıydı. Her yer mis gibi kokuyordu. Karşıyaka, Bostanlı'mızın o muhteşem gün batımında, her şey daha da farklı, sihirli güzellikteydi.
Tam o anda olan oldu, uyandım, yataktaydım. Ter içinde kalmıştım. Gördüğüm rüya imiş. Saate baktım, 3.00 olmuş. O saatten sonra uyku tutmadı. Gecenin karanlığında geçmişe yolculuğum başlamıştı.
Ülkemizde sağlığa, eğitime unutulmaz hizmetleri olan, değerli Prof Dr Türkan Saylan ile derneğimizdeki etkinliklerimiz bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyordu:
Cüzam hastalığının Türkiye’den silinmesine öncülük eden, on binlerce kız çocuğuna, üniversite öğrencisine eğitimin yolunu açan, ÇYDD kurucularındandı, başkanımızdı.
Son yolculuğunda kıymet bilir insanlarımız O’na yakışan şekilde uğurladılar: İstanbul’da cenaze törenindeki O’nu uğurlayan insan seli vardı. Kardelenler, ellerinde onun çok sevdiği papatyalardan buketlerle, Türkan annelerini uğurlayışları...
Yol boyunca insanların tabutuna çiçekler yağdırmaları…
Kısa süre önce hastalıktan bitkin halde olduğu son günlerinde yaşadığı olumsuzluklar…
O gün evinin çiçekli penceresinden halka el sallaması. Düşürüldüğü duruma isyan eden topluluğu, güler yüzle yatıştırmaya çalışması. Daha pek çok şeyler...
Sonunda ilgili anılarımı yazmaya karar verdim. Yazmaya başladım: O yıl emekli olmuştum. ÇYD Derneğine üye olmuş, eğitim komisyonunda görev almıştım. Derneğmizin Halk Eğitime ile işbirliği ile açtığı, Yetişkinler eğitimi birinci kademe Okuma- yazma kurs öğretmenliğine başlamıştım.
Hedefimiz gecekonduların bulunduğu şehrin dış semtlerindeki hanımları okur-yazar yapmaktı.
Sonunda kursumuz açılmıştı. Bir gün ders sırasında Türkan Saylan sınıfımıza geldi. Yanında derneğimizden arkadaşlarımız da vardı. Kapıdan girdiğinde kalabalık sınıfımızı görmüştü. Mutluluğu yüzünden okunuyordu. Öğrencilerimle birlikte bizler de mutlu olmuştuk. Önceleri toplantılarda, basında gördüğüm, hakkındaki yazılarını okuduğumuz bu değerli insan şimdi buradaydı.
Öğrenciler çok heyecanlandılar. Güler yüzlü, alçak gönüllü halleriyle konuşmalar yaptı. Herkes rahatlamıştı. Onların anlayacağı düzeyde konuşuyordu. Hem bilgi veriyor, hem de dostça sohbetler yapıyordu.
Giderek karşılıklı soru-cevaplı konuşmalar oldu. Türkan Hanım onlara şunu söylemişti.
‘’Bazı insanlar şanslı olur, okur. Geçmişte sizlerin okumamanız kendi suçunuz değil. Ben sizin ortamlarda olsam okuyamazdım. Doktor, profesör olamazdım. Fakat bilenin, bilmeyene borcu vardır. Bizler bu bakımdan sizlere borçluyuz.’’
Bu sözler hanımların ezikliğini biraz olsun gidermişti. Zira evlerimizden onları eğitmek için ayaklarına kadar gitmemizden eziklik duyuyor, bunu da arada dile getiriyorlardı.
Öğrencilerle içtenlikle konuşuyor, sorularını cevaplandırıyordu. Onlara değer veriyor, ciddiye alıyordu. Sonra sınıfın arka sırasına geçip, dersi takip etti.
Ayrılmadan istek üzerine hanımlarla fotoğraflar çektirdi. Sağlıklı, dinç, dinamikti. Bitmeyen enerjisi ile oradan başka toplantılara, konferanslara gitmek, İzmir programını tamamlamak üzere aramızdan ayrılmıştı. Hastalık Başlamıştı Akıp giden zaman içinde Türkan hanımın kanser olduğu duyumunu almıştık.
Fakat O’nun çalışmaları aynı hızla devam ediyordu. Arada İzmir’e de geliyor, konferanslar veriyor, toplantılara katılıyordu.
Derneğimizle ilgili Türkiye’nin her yerinde yapılan etkinliklere kesintisiz katılıyordu. Yıllar sonra ondaki değişimi fark etmeye başladık.
Zira hastalığın sinsi şekilde ilerleme belirtileri görülmeye başlamıştı. Artık Kemoterapi tedavileri oluyordu. Saç dökülmeleri başlamıştı. Fakat O hiç aldırmıyor, tamamen saçsız kaldığında bile dolu salonlarda konferansı en iyi şekilde veriyordu.
Büyük azim, kararlılık içinde tüm çalışmalarını, en verimli şekilde sürdürüyordu. Özveriliydi.
İki bin yedi yılının ekim ayında, İzmir Evka3’te derneğimizin, diğer bazı kuruluşların da katkılarıyla yapılan anaokulunun açılışı vardı.
Dernekten bir gurup ta katılmıştık. Açılış için gösteri programları hazırlanmıştı. Kalabalık katılımcılar, davetliler vardı.
O gün hava çok soğuktu. Türkan Hanım İstanbul’dan son anda arabayla gelip yetişmişti. Gelmeden önce yine tedavisinin yapıldığını duymuştuk.
Bir ara kendisine ‘’gayet iyi görünüyorsunuz. Ama hava çok soğuk, uzak yoldan geldiniz, üşümez misiniz?’’ gibi konuşarak endişemi dile getirmiştim. Gülerek
‘’Hayır, çok iyiyim. Ayrıca hastalığım için gereken tedavim yapılıyor. O iş başka, bu iş başka. İkisi de ayrı şeyler ‘’ demişti.
O çok değerli, özverili, çalışkan, sürekli olumlu şeyler üreten, vatansever cumhuriyet aydını idi. Türkan Hanım gibi insanlar dünyaya sık gelmez. Acaba Türkiye’de O’nun değeri her kesimde tam olarak bilindi mi?
İyi ki Varsınız
Onatlı Nisan iki bin sekizde derneğimizin İzmir şubesinin yeni alınan binasının açılışı vardı. Eski binamız merkezi yerde olmakla birlikte küçüktü. Artık etkinliklerimiz için yetersiz kalıyordu.
Sonunda yakın çevreden yeni bina alındı. Hepimiz sevinçliydik. Yeni binamız çalışmaların rahatça yapılabileceği gibi geniş, kullanışlı idi.
Tadilat yapılmış, açılış hazırlıkları başlamıştı. Nihayet o gün geldiğinde bütün dernek üyeleri ordaydık. Açılış için başkanımız Prof Dr Türkan Saylan, başkan yardımcımız Prof Dr Türkel Minibaş gelmişlerdi.
Ayrıca pek çok davetliler de katılmıştı. Açılış yapılmış, üyelerimizin hazırlayıp getirdikleri yiyeceklerle masalar donatılmıştı. Herkes günün mutluluğunu yaşıyordu.
Konuşmalar yapılmış, fotoğraflar çektirilmişti. Bir ara başkan ve başkan yardımcımızın yanlarındaydım. Her ikisi de Türkiye’nin en değerli profesörlerindendiler. Her gelen büyük coşku, hayranlıkla onlara hatır soruyordu. Sonra da sözbirliği yapmışçasına ‘’iyi ki varsınız’’ diyorlardı.
Sonunda Türkel Minibaş biraz da sertçe
‘’Ben bu sözden pek hoşlanmıyorum doğrusu. Bir iki kişinin iyi ki var olması yetmez. Bunu söylemek fazla bir şey ifade etmez. Herkes var olsun’’ gibi konuşmalar yapmıştı.
Gerçekten az sayıdaki kişilere sorumluluk yükleyip, onları takdir etmek, yetmezdi.
Herkesin elini taşın altına sokması, bir şeylerin ucundan tutmaları, eğitim vb alanlarda olumlu işler yapmaları gerekirdi.
Bu değerli başkanımız, başkan yardımcımızın kanser hastası olduklarını biliyorduk. Endişeliydik. Fakat gayet iyi görünüyorlardı. Yine de içimden ‘’derneğimizin üstünde kara bulutlar mı dolaşıyor’’ diye düşünmekten kendimi alamıyordum.
Aradan dokuz ay geçmişti. 6 Şubat 2009’da Türkel Minibaş’ın vefatı haberini aldık. Hem de ellili yaşlardaydı. 18 Mayıs 2009’da ise başkanımız Türkan Salyan'ın da yetmişli yaşlarda kaybıyla, bir kez daha sarsıldık.
Tüm yaşamlarını toplum için olumlu işler yaparak geçiren, arkalarında eserler bırakan insanlar zamanla daha iyi anlaşılırlar. Işıklar içinde yatsınlar.